Künye-Giriş
Yönetmen: Tarsem Singh
Senaryo: Dan Gilroy
Yapımcı: Tarsem Singh
Müzik: Krishna Levy
Görüntü Yönetmeni: Colin Watkinson
Oyuncular: Catinca Untaru, Lee Pace
The Fall (Düşüş), Hindu yönetmen Tarsem Singh’in aynı teknik ve felsefi arka planla hazırladığı ikinci çalışması olarak sinema tarihine kaydını yapmış bir film. Singh, belki de Hindu olmasının etkisiyle filmlerinin içerik, üslup ve tekniği için mistik ve gerçeküstü öğelerden verimli biçimde yararlanmayı becerebiliyor. İlk filmi The Cell (Hücre) de olduğu üzere The Fall (Düşüş) da da Tarsem, görüntü ve sanat yönetiminde başarılı oluyor. Hatta Düşüş filmiyle Tarsem, belki de bir daha başka bir yönetmenin ulaşamayacağı bir kademeye yerleştiriyor çalışmasını. Hint, Amerikan ve İngiliz ortak yapımı olan film isminden mülhem, düşüşün kaçınılmazlığı içindeki kaderci eğilimleri, gerçek ile hayali bir masal üzerinden bilinç ve bilinç dışı bağlamında anlatıma çabalayan bir yapım olma özelliği taşıyor.
Çekim ve kurgusu 2006 yılında tamamlanan filmin görsel zenginliğinin kaynağı, Singh’in 4 yıl boyunca tek bir kare için dahi olsa, dünyanın farklı coğrafyalarına uğramış, farklı yapılarını ziyaret etmiş olmasıdır. Bu görüntü akışı hikaye içinde hikaye anlatmaya gayretli yönetmenin tekniğine ve üslubuna müthiş bir özgünlük ve nefis bir seyir zevki katıyor. Ekip çekimler için, Aya Sofya (Türkiye) da dahil olmak üzere Hindistan, İtalya, Güney Afrika gibi ülkelerle birlikte 18 ülke ve 26 farklı mekana uğramıştır.
Film Ne Anlatıyor?
Film
1920’lerin Los Angeles’ında dublör olan Roy’ün film çekimleri sırasında
köprüden düşüşüyle başlar. Ana karakterlerden diğeri olan Alexandria ile tanışması
hastanede gerçekleşiyor. Alexandria da portakal ağacından düşerek kolunu
kırmış, hastanede tedavi altına alınmış Meksikalı, 8-9 yaşlarında bir kız
çocuğudur. Bir dublör olarak Roy, yatağa
bağımlı bir hayatın sürüklediği umutsuzluğa, sevgilisini filmin başrol
oyuncusuna kaptırmasını da ekliyor ve tam bir dilemma içinde, sürekli bir
psikolojik düşüş yaşıyor. Roy, bu dilemmadan kurtulabilme umudunu bir türlü yeşertemediği
için de daha büyük bir umutsuzluk içine giriyor ve intihar etmeyi düşünüyor. Artık
ölüm onun için kesin bir çözümün ifadesi.
Alexandria’nın, Roy’un hayatındaki rolü de tam bu noktada devreye
giriyor. Roy, anlatacağı hikâye ile onun
dostluğunu kazanmayı ve daha sonrasında intiharı için gerekli olan morfini elde
edebilmesi için onu kandırmayı planlıyor.
Roy, Alexandria’ya ilk
olarak isminden hareketle, Büyük İskender ile ilgili bir hikâye anlatıyor.
Hikâye netice itibariyle Alexandria’nın hoşuna gitmiyor. Bundan sonra ise
filmin ana temasına yerleşen, görsel sürekliliğe sahip fantastik bir hikâye
bizi bekliyor. Etrafında gördüğü ve
beğendiği her şeye sahip olmak için insanlara zarar vermeyi ve yoluna çıkan
insanları öldürmeyi göze alan Vali Odious’tan nefret eden 6 kahramanın
hikâyesidir bu. İkizini Vali Odius ile çatışmada kaybeden Maskeli Haydut, eski
bir köle Otto Benga, karısı Vali tarafından kaçırılan Hintli, patlayıcı uzmanı
Luigi, doğayla dost ve yanından ayırmadığı sevgili dostu ile gezen İngiliz
bilim adamı Charles Darwin ve bir ağaç gövdesinde can bulan, karnında kuşlar
besleyen garip Mystic. Hikaye bu kahramanlar üzerinden anlatılırken, Roy’un
dilinden, Alexandria’nın hayal gücünden oluşan sentezde her kahraman ikilinin
hayatlarındaki isimlerden biri ile eşleştiriliyor. Yani film, bilinç ile bilinç
dışının birleşimini aktarmaya çabalıyor bize; hikâye ve kahramanlar yolu ile.
Hikâyedeki mevcut karakterlerin her birinin farklı bir hikâyesi, Vali
Odius’la farklı bir hesapları vardır. Maskeli Haydut ikiz kardeşinin ve
Odius’un sevgilisini elinden almasının; geçmişte bir köle olan Otto Benga ölen
kardeşinin; patlayıcı uzmanı Luigi Vali’nin kendini yalnız bırakmasının; Darwin
ölesiye aradığı Americana Exotica adlı kelebeği Vali’nin ona ölü olarak yollamasının
intikamı peşindedir. Hikayeye sonradan dâhil olan Mystic ise film ve
dolayısıyla hikâye boyu isminin hakkını vererek tüm gizemini korur. Hikâye bu
kahramanlarla Vali Odius karşılaşıncaya dek sürer. Son kertede, Vali Odius ve
adamları ile karşılaşmalarında kahramanların her biri ölür, Roy kendi hikâyesi
olduğunu söyleyerek, yaşamındaki umutsuz bakışını hikâyede herkesi öldürerek
yansıtır bize. Hatta hikâyenin sonunda Alexandria’nın Roy olarak hayal ettiği
Maskeli Haydut’u Vali Odius’un öldürmesine izin verir Roy. Ancak Alexandria
bunu kabullenmez ve sonunda Maskeli Haydut (Roy) un kendini kurtarmasına yardım
etmiş olur. Roy hikâyede nasıl Odius’un (kötülüğün) pençesinden kurtulmayı
başardıysa, gerçek hayatta da umutsuzluğun pençesinden kurtulabilmeyi
başarabilmiştir. Tabi ki Alexandria sayesinde!
Çözümleme
Filmin
üslup ve felsefi analizini sanırım girişten itibaren yapmaya çalışmak bütünlük
adına anlamlı olur. Beethoven’ın 7. Senfoni’si ile başlıyor film. Roy köprüden
düşerken 7. Senfoni’yi duyuyorsunuz. Bu ses ile o görüntünün birlikteliği
filmin bütünlüğünde benim için bir anlama sahip. Film daha sonra da değineceğim
üzere bir umut-umutsuzluk diyalektiği, bir varlık-yokluk dikotomisi içeriyor.
7. Senfoni ise muhtelif yorumlara göre Beethoven’ın bunalım öncesinde
bestelediği bir eser. Umutsuzluğunun, karamsarlığının hemen öncesinde yani.
Eser genel anlamda ağır, yavaş bir ritme sahip. Dört bölümden ancak ikincisi
bize bir hareket ve hızlı bir ritim vaadinde bulunuyor. Yani umutsuzluğun yanı
sıra umudu da ve hareketi de içinde barındıran bir yapıya sahip 7. Senfoni.
Filmin bütünlüğünde değerlendirmeye alındığında, giriş müziği anlamını bulmuş
oluyor. Roy ve Alexandria’nın birlikteliği içindeki karşıtlıklarına yakışır bir
ses seçimi gibi duruyor. İçerikteki dikotominin ilk örneğini görüyoruz ve filmi
ilk anda özetlemiş bile sayılıyoruz. Singh bize, düşüşün sonrasındaki çıkışın
farklı bir kaynaktan beslenebileceğini söylüyor olmalı. Girişin ardından,
filmin içeriğinde barındırdığı, umut umutsuzluk karşıtlığı, bilinç ve bilinç
dışının birleştiği noktada tam aktarımı sağlıyor. Filmi sürrealist bir çizgiden
rahatlıkla izleyebilir ve çözümleyebiliriz. Zira hikâyede sürrealizmin temel
unsurlarından ‘gerçekliğin varlığını hikâyeleştirilende koruması esası’, filmin
son saniyesine kadar korunuyor. Yani hikâyede anlatılan asla gerçeklikten kopuk
değil, aksine gerçeklik burada sadece fantastik.
Roy
gerçekliği hikâyeleştirerek Alexandria’ya anlatmayı seçiyor. Alexandria Roy’un
hikâyesini dinleyerek ve daha sonra hikâyeye kendini de dâhil ederek, onun
kaderine ortak olmaya çalışıyor. Kaderine ortak olmadığı müddetçe onun
umutsuzluktan kurtulabileceğine inanmıyor. Kendi dünyalarını kurgu ötesi bir
biçimde yorumlayan Roy ve Alexandria’nın yabancıları da masallarına koymamakta
ısrarcı davranmaları, masalı “ben”ler arası bir ilişkiye” dönüştürüyor. Roy
için bu masal bazen bir katarsis işlevi görürken, bazen de Alexandira için
felaketzede ailesine yer açtığı “facialar mekanı” işlevi görüyor. Babasını
‘kızgın adamlar’ın çıkardığı yangında kaybeden Alexandria, masala müdahil
olduğu andan itibaren Maskeli Haydut rolündeki Roy’u baba figürüne
yerleştiriyor. İkili arasındaki bu bağ filmin sonunda Roy’un yaşama tutunmasına
kadar varan bir sonuç koyuyor ortaya.
İşte
bu ikili, benler-arası ilişki çerçevesinde hikayeyi sürdürüyor. Hikaye içinde
bir çok metaforu da barındırıyor. Roy ve Alexandria’nın daha ilk
karşılaşmasında evvel, Alexandria üzerinden verilen bir mesaj filmi ve bu ikilinin
ilişkisini daha ilgi çekici kılıyor. Alexandria, dışarıdaki atın gölgesini,
anahtar deliğinden duvara yansıdığı haliyle görüyor. Atın gölgesi duvara ters
haliyle yansıyor. Zorlama bir yorum bile olsa; Singh bize Roy ve Alexandria
arasındaki ilişkinin, Platon-Aristo üzerinden bir anlatımının yapılacağını
haber veriyor olabilir.
Filmin
ismi itibari ile girişinde bir düşüşün varlığından söz ettik, devamında ise
Roy’un umutsuzluk çerçevesinde düşüşünden bahsedebiliriz. Burada umutsuzluk
adına bizde en sarih farkındalığı yaratacak Kierkegaard nazarından bir bakışla,
Roy umutsuzluğun ölümcül hastalık olma halini yaşıyor. Ölümcül bir hastalık
olarak umutsuzluk. Bu hastalıktan ölünmesinden veya bu hastalığın fiziksel
ölümle sona ermesinden çok, bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden
ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir, sürekli bir can çekişme hali içindedir.
Kierkegaard diyor ki ‘umutsuzluğun özü yaşamın hiçbir şey olmayışıdır.’ Roy’un
da yaşadığı dilemma, artık hiçbir şey olmama haline mündemiç bir umutsuzluktan
ibarettir, hayatının başrolünü bir başkasına kaptırır. Alexandria ile ilişkisinde
ise buna müsaade verir.
Hikâyenin
varoluşu, Roy’un umutlarının tükenişinde gizlidir. Kaybedenler, Roy’un
liderliğinde Odius’a (kötüye) karşı savaş açarlar. Roy’un sevgilisini elinden
alan başrol oyuncusu hikayede Odius olarak karakterize ediliyor. İntihara
niyeti de sevdiği kadının terk edişine karşın ona ızdırap çektirme ve ondan
intikam alabilme fikrinden hareketle veriliyor. Diğer karakterlerin hikaye
içindeki konumları da sıkı bağlarla birbirine tutturuluyor. Charles Darwin’i
gerçek hayatta tanıyoruz. Hikâyede çantasına gizlediği maymunuyla sürekli
iletişimde, doğa sevgisi yüksek bir Americana Exotica (nesli tükenmek üzere
olan bir kelebek türü) tutkunu olarak tasvir ediliyor. Maymunun adının Wallace
olması, bize Darwin’in teorisini oluştururken nasiplendiği hatta fikirlerini
çalmakla suçlandığı Alfred Russel Wallace’ı çağrıştırıyor. Darwin, hikâyede maymundan
(Wallace) fikirler alıyor ve bunları kendi fikirleriymişçesine insanlara iletiyor.
Diğer bir karakter Otto Benga, gerçek hayatta Darwin’in teorisiyle alakası da
olan Ota Benga’yı karakterize eder. Hikayede Otto Benga zincire vurulmuş; ağır
çalışma koşulları altında yaşamını yitiren kardeşinin ölümünden aldığı güçle
özgürlüğünü kazanmış bir köledir. Gerçekte ise Ota Benga, 1904 yılında Belçika
Kongosu’ndan A.B.D.’ye zincirlere vurularak getirilen, insana en yakın ara
geçiş formu olarak lanse edilmiş bir pigmedir. Oto Benga, karşılaştığı
muameleye fazla dayanamamış, çaldığı silahla kendini vurarak yaşamına 1916’da
son vermiştir.
Hikayedeki
kahramanlardan bir diğeri Hintli, dünyanın en güzel kadınıyla evlidir ve
kendisinin bakmaya kıyamadığı eşinin bir başkası tarafından görülmesine de
tahammül edemez. Oysa Odius, bu güzel kadını görebilmek adına onu kaçırır.
Hintli bu durum karşısında, bir daha hiçbir güzel kadına bakmayacağına yemin
eder ve Odius’dan intikamını almak için uğraşır. Bu hikâyenin gerçekte bir
karşılığını aradığımızda bir Hint anlatısından esinlenildiğini görüyoruz.
Tarsem Singh burada Hint kültürünün öğelerinden Rani Padmini anlatısından
yararlanıyor. Patlayıcı uzmanı olan Luigi, gerçek hayatta Roy’un arkadaşıdır ve
bir ayağı yoktur. Hikâyede de aynı olgu işlenir. Diğer karakter Mystic, hikâyeye
her şeyin öldüğü bir yerden bir ağacın özünden çıkarak katılım gösterir. Ağacın
ona can verişi ve ağzında kuşları saklayışıdır onu Mystic yapan.
Roy,
hikâyede Odius’a (sona) yaklaştıkça, Alexandria’dan bir an evvel yararlanıp,
morfini almasını sağlamayı ve intihar etmeyi planlamaktadır. Hikâyenin son
aşamalarına gelindiğinde, Alexandria
morfini almak üzere harekete geçer. Ecza odasında, uzanamayacağı bir yerde olan
ilaçları almak için yüksek bir zemin üzerine çıkar. Bu çıkışı Alexandria’ya
ikinci düşüşünü getirir, hatta Roy ile birlikte ilk düşüşünü. Bu düşüşün
ardından küçük kız ağır bir ameliyat geçirir. Bu kez Roy, ameliyat masasındaki
Alexandria’ya masalı anlatmak için onun yanına gider. Roy’da sona yaklaşırken
başa dönme çabasının izlerini görüyoruz filmin bu kesitinde. Hikâye kaldığı
yerden devam eder.
Kahramanlarımız
Vali Odius’un gizlendiği yeri bulur, askerleriyle çarpışır. Roy Schopenhauer’un
pesimizmi misali hikâyeyi sonuçsuz bir çabanın kaynağı ve ürünü olan acının
içine sürükler. Roy’un bilinci bütün kahramanları tek tek öldürmeye meyillidir,
aslında Roy’un kişiliğinin birer parçası olan kahramanları. Wallace, Darwin’in
ölesiye peşinden koştuğu Americana Exotica’yı Odius’un kalesinde yakalar, tam o
anda askerler tarafından vurulur. Darwin, Wallace’ın yanına geldiğinde elindeki
kelebeği görür. Tutkusuna erişmenin verdiği hazla kendi ölümünü ister. Son
sözleri ‘Darwin’i vurmak, öldürmek size kazandırır.’ şeklinde olur.
Luigi,
bir binada askerlerin arasında sıkışır. Üzerindeki bombayı patlatmasıyla ölür.
Mystic, kaçmaktan yorulduğu anda bir ağaca sarılır ve ağzındaki kuşların dışarı
çıkmasıyla ölür. Otto Benga, Alexandria’yı korumak için ona siper olmuşken,
atılan oklarla ölür. Benga’nın sırtındaki oklar onu yerden yüksek tutacak kadar
çoktur. Hintli, kaçarken tırmandığı halatı, askerlerin Maskeli Haydut’a ve
Alexandria’ya ulaşmasını engellemek için keser ve ölür. Burada dikkatimi çeken
nokta bütün kahramanların neredeyse kendi silahlarıyla ölüyor oluşu. Roy’un
bilinci, bütün eksikliklerini kendiliğinden yok oluşa bırakmaya niyetlidir.
Ancak bu niyet bilinçli bir edimi içinde taşır.
Roy,
hikayedeki kahramanların her birini öldürürken, Alexandria sürekli çağrıda
bulunur; ‘Ölmek zorunda mı? Öldürme!’. Sıra Maskeli Haydut’a (Roy) gelmiştir.
Vali Odius ile karşılaşmasında Alexandria’nın çağrısı sürekli tekrarlanır ve bu
çağrı son kertede işe yarar. Roy, ölümden vazgeçer. Alexandria’nın umudu,
Roy’un umutsuzluğu ve düşüşü karşısında galip gelmiştir. Kendi intiharına giden
yolda Roy, masal kahramanlarına yüklediği kişilik kesitlerini bir bir
öldürürken, kendi öz kişiliğini öldürmekle karşı karşıya geldiğinde
Alexandria’nın ağlamaklı sözleri onun yaşama tutunmasını sağlıyor. Alexandria’nın
masalın sonunun kötü bitmesine dair üzüntüsü, Roy’un intihara sürükleyen
duygularının üzerine bir gölge gibi yükseliyor. Roy Alexandria’nın yaşamdan
aldığı lezzet karşısında kendisinin bencilce düşündüğünün farkına varıyor. Masalı
Alexandria için keyfine göre şekillendirmekten vazgeçip, Alexandria’nın ruhunda
neler olup bittiğinin bilincine erince masalı mutlu bir sonla bitiriyor.
Alexandria’nın
ölümü doğal bir olgu olarak kabul edemeyişi ve bundan korkması tam bir çocuktan
beklendiği gibidir. Aslında masalın mutlu sonuna sığınışı şunu hatırlatıyor
bize; ‘Çocuklar hızlı koşamaz… Acılardan
hayal kurarak kaçarlar.’ Alexandria
yeterince kavrayamadığı bir şeyi zihnine sızdırmama konusunda ısrarcı
davranıyor. Roy, ümitsiz bir halde masal kahramanlarını öldürerek kendi ölümüne
giden yolu Alexandria’nın gözünde doğal bir olgu olduğunu kabul ettirmek ister
ama Alexandria buna ikna olmaz. Çünkü bir intikam masalında baş intikamcının
(Roy) ölmesi Alexandria’nın nahif duyguları içinde yer tutamaz. Çünkü Roy ve
arkadaşlarının ölümü hak edecek bir şey yapmadan ölmeleri anlamsızdır. Masalda
dünyanın fizik kuralları bu denli alt üst edilirken neden ölüm vakası dünyanın
fizik kurallarına uysun ki… Roy’un masalda yaşamı öldürme girişimine Alexandria
müdahale etmiştir. İşte burada küçük bir kızın farkında olmaksızın kurtardığı
bir yaşam çıkıyor karşımıza. Bir masalı, masal kahramanını, aslında belki de babasını
kurtarırken Alexandria, Roy’un düşüşünü de engellemiş oluyor.
Yorum-Değerlendirme
“Gerçek
yaşamı girift bir masalın içinde aramak, ararken kaybolmamaya özen
göstermek” “The Fall” filmini
özetleyecek kapsamlı bir cümle. İç yaşantı değişince masalın da değişerek
sürmesi, kırgınlıkları, sakatlıkları, sevinçleri, aşkları masal kahramanları
üzerinden görsellendirmeye ve dillendirmeye çalışmak, gerçek yaşama alternatif
ve fantastik bir paralel yaşam arayışını andırıyor. Bir ben-sen ilişkisinde,
ben’in bilincinin idaresindeki fantastik bir masalın sen’in (o’nun) bilinçaltı
müdahaleleriyle biçimlenişi sergilenmesi.
İki karakter üzerinden aktarılan bilinç-bilinçdışı karşılaşması, bize
bilincin yok hükmünde sayıldığı bir ortamı da vermiyor. Masalda geçerli olan
her durum, gerçek hayattaki bir durumun yansıması olarak yerleştiriliyor büyük
resmin içeriğine. Bunun aksini de düşünmek mümkün bir bakıma; masalda
gerçekleşen her durum gerçek hayata tecessüm ediyor iki karakter üzerinden.
Düş
gücü ve zekânın birleştiği noktada, bilinç ve bilinçdışının kimi zaman
çatışmalarını, kimi zaman da işbirliğini görebilmekteyiz filmde. Bilincin (Roy)
hükmü umutsuzluk ve ölüm üzerine yönlendirme ve göndermelerde bulunurken,
bilinçdışı (Alexandria) umudu, yaşamı besliyor hikâyede. Umut-umutsuzluk
ekseninde çizilen bir ilişki yaşam-ölüm çizgisine çekilebiliyor bir anda. Hikâyeye
müdahil olmanın koşulu, bilindik bir yüz olmaktan geçiyor. Bu bilindik yüz de
yine kimi zaman bilincin kimi zaman da bilinçdışının eseri oluveriyor. Yine de
hikâyeyi Alexandria’nın (bilinçdışının) gözünden izlediğimizi, işaretler Roy
(bilinç) tarafından verilse de seçimlerin Alexandria tarafından yapıldığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bize müthiş bir analojinin kapılarını
açıyor.
Hikâyenin,
Alexandria’nın bakışı ve biçimlendirmesiyle izlediğimiz sonucuna, görselliğin
zenginliğinden yola çıkarak varabiliyoruz. Çocukların dünyası ne olursa olsun,
renklerin cümbüşüne açıktır. Acılar, karamsarlıklar, kötülükler, koyuluklar,
genelde büyüklerin; bu filmde Roy’un zihnine hâkimdir. Biz hikâyeyi Roy’un
gözünden izlemiş olsaydık, karanlık bir dünyanın ortasında bulabilirdik
kendimizi. Çocuğun bakışı, bizi Roy’un pesimist havasından kurtaran bir can
simidi gibi. Tarsem Singh’in film tekniği ve üslubu açısından izlediği yol, ilk
filminden birkaç adım ileride, görsel bir şölen vaat ediyor. Bu görsel şölende,
filmin arka planına yerleştirdiği sürrealist felsefenin etkisi son derece
mühimdir. Filmin afişini gördüğümüz andan itibaren bu algıya kapılabiliriz.
Afiş, Salvador Dali’nin ‘Face of Mae West’ adlı portresinden esinlenerek, hatta
alıntılanarak oluşturulmuştur. Singh, bu açıdan bakıldığında, anlatacağı hikâyeyi
sürrealist çizgiye tutunarak başarabileceğini, daha filmi izletmeden
gösteriyor. Zira, filmin her bir karesi, sürrealist bir tablo misali insanı
cezp ediyor.
Düşüş
filmi, umut-umutsuzluk ikilemini varoluşçu/sürrealist bir çizgide aktarmaya
uğraşan bir yapıt. Pesimist söylemin ve edimin, bilin-bilinçdışının birlikte
etkinliğiyle bertaraf edilebileceğini tasvire çalışan bir eser. Didaktik
olmaktan öte lirik bir dilin tercih edildiği, görselliğiyle resimden de ötede
adeta şiir tadı veren bir sinema filmi. İzlediğinizde sizi metafor yağmuruna
tutan, felsefi ve psikolojik temelleri sağlam bir sanat eseri. Burada düşüşün
çıkışa dönüşebileceğini, sona yaklaşırken başa dönme çabasında insanın uğradığı
değişimi betimlemeye çalışırken kullanılan dil bütünlükçü sanatın dili. İlk
sahnesinden, son sahnesine de içeriğinde bir mesajı barındırma gayretini
taşıyan bir ürün. Seyircisine mesajını da böyle bir gayretin sonucunda vermenin
yollarını arıyor Tarsem Singh. Filmin mesajı ise bizim için artık çok açık.
Yaşamın dikotomileri sandığımız algı ve duygu yanılgılarımıza bir cevap gibi,
Heidegger’in yaptığının aynıyla Hölderlin şiirinden mülhem bir bakış; Bir
düşüş, içinde kurtuluşu barındırır, yalnızca onu gizlendiği yerden çıkarmak
gerekir!
Adamsınız hocam helal
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı olmuş. Filmi izleyip çok beğendim ama anlamadığım göndermelerin olduğunu tahmin ediyordum. Teşekkürler...
YanıtlaSilİnanılmaz güzel bir inceleme olmuş.
YanıtlaSilemeğinize sağlık... teşekkürler.
YanıtlaSilEn az film kadar iyi bir yazı. Harika.
YanıtlaSilSoluksuz okudum. Müthiş bir anlatım..
YanıtlaSilbaba ne yazmışsın amanın
YanıtlaSilHarika bir analiz. Zevkle okudum. Tebrik ederim :)
YanıtlaSilİzlediğim filmi biraz daha güzelleştirir yazınız.Sürrealizm etkilenildiği açıktı. Ote Banga etkili iyisi. Senarist ve yönetmen çok iyi iş çıkarmışlar.
YanıtlaSil